John Forbes Nash ismini, “Akıl Oyunları” filmindeki Russell Crowe’un müthiş performansı ile beyazperdeye aktardığı 4 Oscar ödüllü filmden hepimiz hatırlıyoruzdur. Dahi bir matematikçinin Nobel Ödülü ile noktalanan hikayesini anlatan ve 2001 yılında izleyicisi ile buluşan film Sylvia Nasar tarafından 1998 yılında yayınlanan aynı isimli biyografi kitabından uyarlama. Fakat kitapla film arasında dağlar kadar fark var desek yeridir…

Tabi ki de kitap ve filmin bu yazıyı konu olmasının ana sebebi, Nash’in geliştirdiği yeni versiyon “Oyun Teorisi” modeli ile iki paydaşıyla beraber 1994 yılında Nobel Ekonomi ödülünü kazanması. Princeton Üniversitesi’nde yaptığı yüksek lisansı ve MIT’de gerçekleştirdiği çalışmalarıyla dünya matematik ve ekonomi tarihine adını, geçirdiği şizofreni rahatsızlığının da etkisiyle dramatik bir şekilde kazıyan Nash’in hayatını anlatan eserde, ABD’nin dâhiler yetiştiren üniversitelerinde bu başarının nasıl yakalandığının da şifrelerini görmek mümkün.

II.Dünya Savaşı dönemine kadar Avrupa’daki üniversitelerin üstünlüğünü koşulsuz kabul eden ABD akademi dünyasının savaş özellikle savaşın hemen öncesinde ve bizzat savaş döneminde kaçıp kendi üniversitelerinde göreve başlayan ünlü akademisyenlerden çok fazla katkı sağladığı ve halihazırda zaten iyi durumda olan durumlarını bu katkıyla zirveye çıkardıklarını görmek mümkün.

Tarih meraklılarının bileceği üzere bu dönemde ülkemize de çok sayıda Almanya-Avusturya hattından kaçan akademisyenlerde sığınmış durumda. Ne yazı ki o zamanlar Osmanlıdan yeni miras alınan akademimizin hali perişan olduğundan son derece büyük bir lütuf olan bu göçmen akademisyenlerden biz yeteri kadar yararlanamadığımız gibi okullarda yaşanan yerli yabancı çatışması iki tarafında hataları sebebiyle ABD’deki senkronizasyonun aksine tamamen hayal kırıklığına neden oluyor. Tüm bunlara rağmen yine de “hiç” noktasına yakın akademi dünyamızda oluşan bu çekişme dengesizde olsa oluşturduğu rekabet ve nadir de olsa küçük işbirlikleri ile en azından akademi dünyamızın 80’li yıllara kadar sürecek olan gelişmesinde yine de önemli bir rol oynuyor.

Fakat belirttiğimiz üzere ABD’de durum çok farklıydı. Dünya savaşları ile beraber kurtarıcı ve yeni dünyanın hakimi haline gelen ABD üniversitelerine ciddi bir temayül oluşması ve bu durumun da özellikle kitapta anlatıldığı üzere başta üniversiteler kuracak kadar büyük bağışlarda bulunan Rockefeller gibi önde gelen sanayici ailelerinin desteklenmesi sayesinde ABD, atom bombası projesi olarak da bilinen ve son dönemde Oppenheimer’ın hayatı üzerinden beyazperdeye yansıtılan muazzam başarısı “Manhattan Projesi” ile bilim dünyasının zirvesini Avrupa’nın elinden almıştı.

İki dünya savaşı arasındaki 20-25 yıllık bu dönemde sağlanan başarının bir şekilde aslına ışık tutan “Akıl Oyunları” kitabının içinde Nash’in çalışmalarını yaptığı okulların ısrarla, yeni fikir ve buluşlara açık akademisyen kadrolarından oluştuğu, öğrencilerini belirli bir disiplin içinde olmak kaydıyla fikirlerinin peşinden gitmeye yüreklendiren, ezberleten ve aynı meseleler üzerinde dolaştırıp duran değil deneyerek, hayal ederek, en önemlisi ile araştırma yaparak yeni keşiflere zorlayan ve tüm bunları yaparken de onları oldukları gibi kabul eden kuruluşlar olarak tanıtılması son derece dikkat çekiciydi.

Nash’in yolunun geçtiği Princeton’ın 69 ve MIT’nin ise 97 nobel ödülü kazanmış kurumlar olmasının ardında tam olarak da yukarıda sayılan; akademi transferinin, bursların, ezberleten değil araştırtan eğitim anlayışının ve öğrencilerini tek tipleştiren değil farklılıklarından değer oluşturan rehberliğin gücü vardı.

Bu resim üzerinden dönüp başımızı ülkemizdeki tabloya çevirdiğimizde karşılaştığımız manzara ne yazık ki çok farklı.

Teknoloji ve sanayi dünyasının yüzlerce teknoparkımıza rağmen üniversitelerimizle doğru düzgün iletişim kurmadığı, onlara ihtiyaçlarına yönelik ders programlarını dahi önererek akademimizin güncellenmesine katkıda bulunmadığı, “burs” kelimesinden bir insan kaynağı oluşturma projesi yerine eski usul basit bir hayır işi manası çıkardığı çok kötü bir düzlemdeyiz.

Haliyle de dünyanın 500 üniversitesi arasına bazen 1 bazen ise 2 üniversite ile girmeyi zar zor başarıyoruz. İşin garip tarafı dünyanın en büyük 10 ekonomisi içerisine ilk 100’de 1 tane bile üniversitemiz olmadan (ki ilk 100’e girmekle bile bu hayali gerçekleştirmek mümkün değil, en azından ilk 50 arasında bir-iki üniversitemiz olmalı) girebileceğimize inanıyoruz. Çok net ve açık konuşalım: İMKANSIZ

Bırakın ilk 100’e falan girmeyi, 129 devlet üniversitesi ve 75 vakıf üniversitesi olan Türkiye’nin 65 üniversitesinin kütüphanesi ve 68 üniversitesinin rektörünün bir tane uluslararası yayını bile yok.

Ülkenin insan kaynağı fabrikası olan bu kurumların hazırladığı gelecekle mi ilk 10 ekonomiye, yetiştirdiği akademi ile mi ilk 100 üniversite arasına gireceğiz?

Bugün Harvard ve Oxford üniversitelerinde yaklaşık 10’ar milyon kitap var. Bu okullara yıllık on kilometre raf uzunluğunda kitap ekleniyor. Yıllık kütüphane geliştirme ve koruma maliyetleri 100 ila 120 milyon dolar arasında.

Türkiye’de en son kütüphanesi en büyük üniversitelerimizden biri kitapları korumak için 9 milyon TL bütçe istedi de 4 milyon TL verildi. Aradaki farkı bir düşünmek lazım.

Harvard Nobel ödülünde dünyanın zirve üniversitesi. 161 nobeli var. Oxford’un ise 72 ödülü.

Kitap bilimdir, bilim sanayi ve teknoloji, sanayi ve teknoloji ise ekonomidir…

İlk 10 ekonomiye girmek istiyorsak başlayacağımız ilk nokta kişisel olarak kitapların kapağını açmak olup kurumsal anlamdaysa ilk vazife acilen üniversitelerin ihya edilmesidir.

Hasılı dönüp dolaşıp ilk emire geliyoruz: Oku! Yaradan Rabbinin adıyla oku!

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.