Son yarım asırda gözlerimizle görüp bizzat tanık olduk ki modern sömürgecilik şehirleri ve ülkeleri işgal etmeden önce ülke insanlarının zihinlerini ele geçirmeye çalışıyor.
Sanayi devrimiyle daha da yaygınlaşan ancak tarihin ilk devirlerinden bu yana kullanılan bir gerçek var ki o da işgal ve istilalar önce zihinlerin istila ve işgaliyle başlıyor.
Osmanlı’ya karşı görülen Arap-Vahabi isyanlarının arkasında İngiliz, Fransız; Ermeni isyanlarında Rus, Fransa, ABD ve İngiltere’nin etkileri, Balkan isyanlarında Rus ve Batı teşvik, tazyik ve yönlendirmeleri zihinlerde başlayan sürecin sonucunda gelişen isyanlardır.
Hatta zihin öyle güçlü bir organizmadır ki inandığı, doğru kabul ettiği her ne varsa körü körüne bağlanmaya iter. Akılla gönül, gönülle zihin aynı derecede duyarlı olmayabilir ve aynı yönlere bakamayabilir. Aklın reddettiği bir düşünce ve olay karşısında duygular farklı şeyler söyleyip zihni farklı yönlendirip yanıltabilir.
Son iki asırdır zihinlerimize giydirilen ideolojik kalıplar, kökü dışarıda, Türk tarihi ve kültür mayasıyla mayalanmamış devlet, ekonomi, fikir ve yaşam modelleri Türk dünyasında yaşanan kırılmalarının en önemli sebeplerindendir.
Şehirler bir milletin ve medeniyetin aynasıdır.
Kadim Türk şehirlerinden varlığını ve kültürel gücünü devam ettiren, bunun yanında sanayileşen şehirlerimizi örnek göstermek mümkün değildir. Kadim Türk şehirlerinden varlığı ve kültürel kimliğini korumakta direnen Halep, Semerkant, Buhara, Akmescit, Bahçesaray, Şeki, Gence, Nahcivan, Merv, Ürgenç, Çimkent,… Konya, İstanbul, Bosnasaray, Kerkük gibi birçok şehirlerimizi saymak mümkündür.
Kadim şehirlerimiz anlayana çok şey anlatır. Halep, Kerkük, Semerkant, Bosnasaray… Türk şehridir derken Türkün kültür mayası şehrin sokaklarına, kaldırımlarına, aşına, müziğine sinmiştir de o yüzden bu tür şehirlerimize Türk şehri deriz. Türk coğrafyalarında varlığını sürdüren ancak kültürel kimliğini kaybetme noktasına gelmiş birçok şehirden de bahsetmek mümkündür.
Şehrin sokaklarının anlatacağı o kadar çok hikâye vardır ki dinlemesini bilene kadim Türk medeniyetinin bazen neşeli bazen de kederli derslerini anlatır.
Geçen gün bir dost meclisinde Konya ile Manisa’yı, Kerkük’ü, Bosna’yı, Buhara’yı, Çimkent’i… Türk şehirlerini karşılaştırdık.
Modern hayatla birlikte geçmişi kucaklayabilen, geçmişle bu günün kültürel kimliğini birlikte yürütebilen önemli kültür ve medeniyet durağı şehirlerimizi gözümüz gibi bakmalıyız.
Tarihi ve kültürel dokusunu koruyan şehirlerimiz arasında Konya, Edirne, Bursa, Semerkant, Buhara… gibi şehirlerin tarihi ve kültürel dokusuyla hızla sanayileşen; şehrin kabına sığmaz olduğu ve kültürel yok oluşa doğru sürüklenen Manisa gibi Osmanlı’ya şehzadeler, hakanlar yetiştiren şehirleri kıyas etmek doğru olmasa gerekir.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkentliğini yapmış Konya, Mevlana’nın kültürel ikliminde hüviyetini koruyabilmiş olsa da 1300’lerden sonra siyasi gücünü yitirmiştir.
Osmanlı’nın gözünde şehzadelerin görev yaptığı sancak şehirlerinin ayrıdır. Manisa, Amasya, Trabzon, Bursa, Kütahya… Şehirleri böyledir.
Saraylar, hanlar, haneler, Mevlevihaneler, hamamlar, türbeler, dergâhlar, bargâhlar, medreseler, hangahlar, şifahaneler... çınarlar, serviler, çamlar, lalelerle donatılan sanck şehirleri aynı zamanda coğrafi ve stratejik öneme sahiptir. Sancak şehirleri 1595’e kadar medeniyete yön veren hükümdarların yetiştiği şehirler olmuşlardır.
Toz kondurmadığımız, üzerine titrediğimiz şehrimizle ilgili elde kalan tarihi kayıtlar, mekânlar, dün ile bu günü birleştiren anlayışa sahip insan ve kurumlar neredeler diye düşündüğümüzde işte o zaman boğazımıza tarif edemediğimiz bir şey düğümlenir ve cümlelerimiz yarım kalır!
Kadim şehirlerimizi günümüzde de ayakta tutan en önemli ruh o şehrin tarihte yaşadığı dinamizm ve kültürel değerlerle günümüz modern hayatını sentezleyen anlayışın devam ediyor olmasıdır. Türk dünyasından bazı şehirlerden örnek verirken şehirlerin manevi ve milli değerleriyle birlikte nefes aldıklarını hatırlatmak isteriz.
Milli şahsiyetlerin şehirlere kattığı dinamizminin şehri kültürel ve ekonomik olarak ne denli etkilediğini ve bu etkinin modern hayatla birlikte devam ettirilmesinin ne denli önemli olduğunu bilmemiz gerekir.
Her mahalle, her sokak, her caddesinde bir türbenin, bir yatırın bulunduğu kadim Türk şehirlerinin milli mimarlarının kimler olduğunu bilmek gerekir?
Milli ve kültürel dinamiklerinden yoksun bırakılan öksüz ve yetim kalmış Türk şehirlerinin sadece modern mimari ve sanayi ile gelişmişliğini tamamlayamayacağı gibi ekonomik gelişmişlik de o şehre çok fazla bir yarar sağlamayacaktır!
Her sokak, cadde, bulvarlarda karşımıza çıkan milli önderlerimizin mezarları ya yerlerinden kaldırılmış ve talan edilmişse o şehir yaşanmaz olmaya başlamış demektir!
Sokakta oyun oynayan çocuklar bir mezar taşı görmüyor, bir ezan sesi işitmiyor ve menkıbelerle evliyaların, tarihi şahsiyetlerin hikâyelerini dedelerinden, ninelerinden dinlemiyorsa o çocukların kültürel ve zihni yıkım yaşanması mukadderdir.
Şehrine aidiyet duymayan ve şehri istila eden insan sürüleri kapitalizmin çarkları arasında debelenip durur! Böyleleri ne doğulu ne batılı, ne dindar, ne dinsiz ne laik ne demokrat, ne milliyetçi ne de vatansever olabilirler! Böyle insanlarda hiçbir gerçek düşünce ve kültürel kimlik gönüllerine, zihinlerine tam olarak yerleşmeyecektir!