Erişti nev bahar eyyâmı, açıldı güller subh dem
Çerağan vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen..
Lâle Devri şâiri Nedim
Lâlenin; Manisa’nın başı karlı ve dumanlı Spil Dağı’nın tepelerinde bir Hudâinâbit olarak, yâni insan eli değmeden, Tanrı’nın bir lütfu şeklinde, kendiliğinden asırlardır her bahar yüz gösterdiğini bilmesek, belki de onun, ecdâdımız gibi bin yıl öncesinden Ortaasya bozkırlarından geldiği yönündeki tezlere îtibar edebilirdik.
Zîra, Ortaasya kazılarında milattan önceye dayanan ve süregelen araştırmalarda; Hun kalıntılarında, lâle motifinin yaygın olarak kullanıldığı süs eşyâları ve at koşumları, deri ve ahşap aksesuarlar bulunmuş, Uygur dönemine âit mezarlardan çıkarılan ipek kumaşlar üzerinde lâle motifleri görülmüş ve lâlenin, Hun göçü ile Avrupa içlerine, Cengiz ve Timur akınlarıyla bütün Asya’ya, Selçuklular ile Azerbaycan, Îran ve Anadolu’ya taşındığı iddia edilmiştir.
Biz yine de lâlenin menşeini araştırmayı ehline bırakıp, lâlenin Türk kültüründeki yeri ve Manisa dağlarındaki serüvenine dönersek; asırlar boyunca lâle soğanlarının Manisa’dan İmparatorluk pâyitahtı İstanbul’a ve oradan da pâdişahların hediyeleri arasında Avrupa’ya gönderildiği ve de lâle ülkesi olarak bilinen Hollanda’ya ulaştığını müşâhade edebiliriz.
On beşinci asırda fetihle başlayıp, on sekizinci asrın başında bir devre adını veren lâlelin İstanbul mâcerâsında, kendisinin de gönüllü bir bahçıvan olduğu kayıtlara geçen Fâtih Sultan Mehmet’in emriyle, İstanbul’da lâlenin ağırlıklı olduğu park ve bahçeler tanzim edildiği ve hattâ Fâtih’in saray bahçelerinde bizzat çalıştığından bahsedilmektedir. Çocukluğu ve şehzâdeliği Manisa Sancak Sarayı’nda geçmiş ve Manisa dağlarında at koşturmuş, yaylasında konaklamış olan Sultânın, bu dağların en bâriz ve seçkin çiçeği olan lâleden etkilenmemiş olması düşünülemez. Yine bir Manisa Şehzâdesi ve Saruhan Sancak Beyi olan Kanûnî Sultan Süleyman döneminde de türleri melezleme yolu ile geliştirilip çoğaltıldığını öğrendiğimiz lâlenin nihâi saltanatı, 1711–1730 târihleri arasında adı ile anıldığı “Lâle Devri”dir. Bu dönemde lâle, bahçelerden sanata, en önde gelen tema olmuşken, aynı zamanda çok büyük para hareketi sağlayan bir ticârî emtia hâline de gelmiştir. Lâle, ebru, tezhip, minyatür ve çini gibi süsleme sanatlarında da baş figür olarak benimsenmiş ve şiirlerde şarkılarda terennüm edilir olmuştur.
Lâleye pir-i sabâdan bu nefes şimdi değil,
Ezelidür bu hevâ vü heves şimdi değil.
Remzi Efendi
gibi zarif mısrâlar yazılmıştır.
Tabiî ki bu tutkunun Türk-İslam medeniyetinde bir mânâsı daha vardır. Lâle çiçeği görüntü ve şekil olarak, eski Türkçe dediğimiz, Osmanlı alfabesinde “Allah” ismine benzediği gibi, bu alfabe ile yazıldığında, yine “Allah” kelimesi içinde bulunan bire bir kelimelerle yazıldığı, harflerin karşılığı sayılar hesâbına dayanan, ebcet usulünde de Allah kelimesi ile lâle kelimesinin aynı rakama tekabül ettiği ve hattâ tersinden, “Hilal” okunduğu, bu kelimenin de kezâ Osmanlı ve müslüman devletler amblem ve bayrağı olduğu mâlumdur.
İşte bin metreden yüksekte, baharın henüz soğuk günlerinde, Manisa Dağları’nın tepelerinde, kayaların dibinde açan bu nâdide çiçek; lâlenin hikâyesi anlatmakla bitmez. Temenni edelim ki, Manisa’mızın dağ çiçeği lâle de, dağlarımızda hiç bitmesin. Bitmesin ki; Manisa’nın park ve bahçelerinde de görücüye çıkabilsin, Fâtih’in Has Bahçesi’nde de bulunsun.