İslam dîninde ruhban sınıfı yoktur. Yâni müslümanlık inancının tanıtımından, korunmasına kadar hiçbir dînî eylem, belli bir grup veya sınıfın yetkisinde değildir. Ancak dînin kültür, kültürün din içinde olduğunu biliyoruz. Bu sebeple şiirlerin refâkatinde sâdece kültürel bir analiz yapmaya çalışacağız. İşte seçtiğimiz bâzı örnekler;
Kendi hüsnün hublar şeklinde peydâ eyledin,
Çeşmi âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin.
Şâir şiirinde Yaradanı ile konuşuyor. Güzellikler karşısındaki şaşkınlığını, ancak Allah’ın, güzelliğe olan düşkünlüğü ile açıklayabiliyor. Veya bir başka beyitte bu defa Fuzûlî;
Yârab hemîşe lutfunu et rehnümâ bana,
Gösterme ol tarîki ki yetmez sanâ bana.
Bu beyitte şâir, Yârab sana ulaşmayan yolu bana gösterme diye yalvarıyor. Yine Fuzûlî;
Yârab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni,
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cudâ beni.
Öyle zaif kıl tenimi firkatinle kim,
Vaslınâ mümkin olâ yetürmek sabâ beni.
Diyerek, Yaradanı ile halvete giren müslümanların hâlini, yâni bu milletin din anlayışını örnekliyor.
Hak ve aşk yolunun bir başka yolcusu Yûnus ise;
Ey Dost senin yoluna, cânın vereyin Mevlâ.
Aşkını komayayın, od’a gireyin Mevlâ.
Beni sana vereyin, sensiz beni nideyin.
Ben senin huzûruna, ben’siz varayın Mevlâ.
Veya:
Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil.
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil.
Yol oldur ki doğru vara, göz oldur ki Hakk’ı göre,
Er oldur ki alçak dura, yüceden bakan göz değil.
Yûnus bu sözleri çatar, sanki balı yağa katar,
Halka metâların satar, yükü gevherdir tuz değil.
Hattâ başka bir mısrâında;
Yûnus seni din edindi, din nedir îman edindi.
Diyerek, dînin özünün sâdece kuru kurallar silsilesi değil, bir îman-inanış biçimi olduğunu vurguluyor. Halk şiirinden, dîvan şiirine, dînin bir sevgi ve aşk yolu olarak benimsendiği bu anlayış değişmiyor.
Diğer taraftan, Horasan erlerinin hoşgörü ile Anadolu’yu mayalayarak tesis ettiği hayat şeklinde, belki kırsal kesimde mektep-medrese de mevcut değildi. Ama onlar gelenek, görenek olarak yerleşmiş gündelik hayatlarında, haramı-helâli, komşu hakkını, yardımlaşmayı ve ibâdeti, yâni dînimizi, gerek sosyal veçhesiyle, gerekse bireysel olarak, en hâlisâne şekliyle yaşıyorlardı. Böylece dîni, hayâtın içinde canlı örnekleriyle görüyor, bir irfan sezgisiyle kavrıyorlar ve tatbik ediyorlar, kimseyi de dinli, dinsiz diye ayırmıyorlardı. İşte bu “Anadolu Müslümanlığı” anlayışı ferdi ve içtimai nizam ve huzuru temin ediyordu.
Asırlar boyu “Senin dînin sana, benim dînim bana” diyen ecdâdımız, câmi, kilise ve havranın yan yana olmasından rahatsızlık duymamış, hattâ fethedilen yerlerde her kilisenin yanına bir câmi ve tekke inşâ edip, birlikte ibâdet edilmesini sağlamışlardı.
Yücelerden yücesin,
Kimse bilmez nicesin,
Güzel Tanrı,
Çok câhiller seni gökte arar, yerde ister,
Sen inanmışların gönlündesin.
Diyebiliyorlardı.
Bugün ne oldu da bu anlayış tartışılır hale geldi, yukarıda öreklerini verdiğimiz şiirleri ve mülahazaları göremez olduk.Selefî-Vehhâbî inanışı tanımlamasıyla anılan dini sadece katı kurallar sistematiği olarak algılayan, yani bizim geleneksel Maturidi-aklî inanış prensiplerimizive Tasavvufla yoğrulmuşirfânî yaşama biçimimizi reddedenbir kısım insanımız dindar, diğerleri ise dinsiz sayılmaya başladılar?
Bu suâlin cevâbı; dînin politize edilmiş olmasıdır. Evet, bu iç ve dış kaynaklı politika, en az elli senelik çalışmanın sonucudur.Hedefin,kaynaştırıcı olan dînî, ayrıştırıcı bir vasıtaya dönüştürme amaçlı örgütlenme ile ve en az bin yıllık birikim ile bizi biz yapan ve birbirimize perçinleyen, hoşgörüyü, bağışlamayı, yardımlaşmamayı, istişareyi, irfanîve akli değerlerimizi önceleyen yaşama üslubumuzu yıkmak olduğu apaçıktır.
Yukarıdaki örnek şiirlerde görüldüğü gibi, asırların süzgecinden geçerek rafine olmuş, incelmiş ve yükselmiş “Türk Müslümanlığı” politik gayelerleyıpratılmış ve kaybedilme merhalesine getirilmiş olmasaydı, milletinne dilinde ne de gündeminde, tartışılan bir din mefhumu ve kimin dindar olup-olmadığımünakaşası da herhalde olamazdı…